Wikipedia

Arama sonuçları

23 Şubat 2017 Perşembe

Elitizm, Demokrasi ve Yöneticiler


Elitizm ya da "seçkincilik" toplumların, çeşitli alanlarda önde gelen seçkinler tarafından yönetileceğini savunan teorilerin ortak görüşü.

Bu düşüncede olanlara göre; cahillik ile boğuşan, düşünsel anlamda fazla gelişmemiş toplumlarda, demokrasi çok tehlikeli bir yönetim biçimidir.

Çünkü cahil insanlar kendilerine daha yakın gördükleri siyasetçileri seçerler ki, bunların genel olarak hayata bakış açıları oldukça dar olabilir. Tamamen içinde yetiştikleri kültürden şekillenmiş, evrensel hukuku önemsemeyen, bilimsel gerçeklerden uzak ve temel insani değerleri göz ardı edebilirler.

Hatta bu yüzden elitistlere göre "eşit oy" ilkesi bile toplum belirli bir düzeye gelinceye kadar gözden geçirilmelidir. Eğer bu yapılmaz ise yöneticiler halkın bu cehaletini, kendi kişisel hırs, iktidar ve çıkarları için yıllarca kullanabilirler. Buna dayanak olarak da sık sık milletin oyu ile iktidara geldiklerini ve demokrasinin en erdemli rejim olduğunu vurgularlar.

Bu anlamda cahil kitleler demokrasinin en iyi rejim olduğuna inandırılır. Başka bir deyişle toplumda ''iktidarın meşruiyeti demokrasiden geçer'' algısı oluşturulur. Bu tür insanlar, yani iktidarı her türlü emelleri için kullananlar açısından baktığımızda, demokrasi sadece bir araçtır.

Yine bir başka tanıma göre elitizm; yönetenlerin halkoyuyla değil, işi yönetme olan kişilerin, yani uzmanlık alanı yönetim olanların, yönetimde olması gerektiğini savunan bir düşünce akımıdır. Bu akımı savunanlara göre göre “elit doğulmaz, elit olunur." Elitizm ile aristokrasi aynı şey değildir.

Bu düşünceyi savunanlar, insanların günlük yaşamlarında nasıl işin ehli kişilere başvuruyorlarsa, ülke yönetimi gibi önemli konularda görev alacak kişilerin de yönetim konusunda uzman, işin ehli kişilerden oluşması gerektiğini savunurlar. Yani iktidar, halkın oyları seçilen siyasi parti temsilcilerine değil, uzmanlığı yönetim olan kişilere teslim edilmelidir.

Aslına bakılacak olursa, bütün sınıflı toplumların özünde elitizm vardır. Bu toplumlarda geniş kitleler, küçük bir azınlığın daha iyi bir hayat yaşaması için çalışır, gerekirse savaşır ve ölürler.

Kimisi elitizmin, toplumu iyileştirmek için gerekli olduğunu savunurken, kimisi de basit bir züppelik davranışı olduğu düşüncesindedir. Ancak elitist olmakla sosyete olmak, kendini beğenmişlik karıştırılmamalıdır. Ayrıca burjuvazinin her ülkede kendine özgü bir elitizm anlayışı yarattığı gerçeği de unutulmasın.

Bu açıdan bazı ülkelerde bir gelenek olarak değerlendirilirken, bizim gibi ülkelerde, kendini toplumun üzerinde gören, kendini beğenmişlik ve snopluk olarak algılanır. Ayrıca elit kesim, dinci de olabilir, ırkçı da, ya da sosyalist veya faşist... Yani siyasal anlamda ortak bir tabanda buluşmayabilir.

Ülkemizde zaman zaman bazı çevreler tarafından bir suçlama ve aşağılama  biçimi olarak da kullanılır elitizm ve elitlik.Tıpkı entelektüelizm ve entelektüel suçlamaları ve aşağılamaları gibi...

Acaba "kitle zekası" ortalama "birey zekasının" altında mı? Yoksa popülizmin bir intikamı mı?

Son söz; elitizm acaba insanlığın köprüden önce son çıkışı mı, yoksa kitleleri küçük gören bir kibirlilik mi?

İlhan İLMENÖZ

19 Şubat 2017 Pazar

Yabancı Dizi Önerileri

Dizi önermek zor iştir, herkesi memnun edemezsiniz. Özellikle yabancı dizi izleyenler bilir, o kadar fazla dizi arasından en kaliteli olanı bulabilmek kolay değildir.
Ancak birilerine dizi tavsiyesi öyle kolay iş değildir. Çünkü herkesin ilgi alanı çok farklıdır. Birinin şahane-süper-muhteşem dediği bir diziyi bir başkası sıradan bulabiliyor. Bu da çok doğal aslında...
Neyse çok uzatmadan geçelim dizi öneri ve tanıtımlarına;

This is Us
Basit bir aile dizisi gibi görülse de en azından bir denemekte yarar var diyorum. İnsanlar arası günlük ilişkiler ve karakterlerin problemleri çok sıcak bir şekilde izleyiciye aktarılıyor. Dizinin anlatım şekli diğer dizilerden çok farklı. Dizi aynı anda karakterlerin hem günümüzdeki yaşamlarını, hem de doğumdan itibaren değişik yaş dönemlerini flash back”lerle anlatıyor.
Konusuna gelince; üçüz bebek bekleyen Jack ve Rebecca çifti doğumda bebeklerden birini kaybetmelerine rağmen o gün babası tarafından terk edilen Randall"ı da evlat edinirler.
Kate-Kevin ve Randall farklı karakterde 3 kardeş olarak yaşamlarına devam ederken birbirlerinden aslında hiç kopmazlar.
Sıcak, samimi, sürükleyici bir aile dizisi. Konuyu okuyunca belki dudak bükebilirsiniz ama izlemeye başlayınca kendinizi bir şekilde diziye kaptırıyorsunuz.


The Halycon
Her bölümü yaklaşık 45 dakika olan 8 bölümlük mini dizi “The Halcyon” 1940’lı yılların İngiltere’sinde geçiyor. Dizide, II. Dünya Savaşı’nın başlarında, Londra sosyetesinin merkezi olan beş yıldızlı bir otelde yaşanan olaylara yer veriliyor.
ITV yapımı dizide, farklı sosyal tabakalardaki ailelerin yaşantısı, siyaset, iş hayatı ve ilişkiler dâhil pek çok konuya değiniliyor.
Tarihi ve dönem dizilerinden hoşlananların ilgiyle izleyeceği dizide bazen 2.Dünya savaşından izler görürken bazen de savaşa rağmen yaşamın bütün hızıyla devam ettiğine tanık olacaksınız.

Shut Eye
Dizi kara mizah tarzı olarak nitelendirilse de tam bir macera dizisi. Hatta bazen de gerilim dizilerini anımsatıyor diyebilirim. Dizi artık Roman mafyasına bağlı bir medyum olarak çalışan eski sihirbaz Charlie Haverford'un ( Fargo dizisinin 2.sezonunda oynayan Jeffrey Donovan) etrafında dönüyor. Aslında yaptıkları iş karısı ile birlikte milleti dolandırmak. Bir gün bir müşterisiyle gerçekleştirdiği hipnoz seansında müşterisinin öfkeli erkek arkadaşının seansı bölmesi esnasında kafasına bir darbe alır.
Bu darbenin ardından Charlie'nin sahtekarlığa dayalı tüm yaşamında ciddi değişiklikler olmaya başlayacaktır. Farklı dizilerden bildiğiniz birçok tanıdık ismi göreceğiniz bu diziyi izlemenizde yarar var diyorum.
İlk sezonu biten 10 bölümlük dizinin her bölümü ortalama 45 dakika civarı.

The Crown
Tarihi ve dönem dizilerini sevenler bu diziyi kaçırmasın. Dizi İngiliz Kraliyet ailesi hakkında ve çoğunlukla Kraliçe II. Elizabeth'i merkezine alan bir İngiliz dizisi.
Konu itibarıyla İngiltere Kraliçesi II.Elizabeth”in evliliği ve tahta geçmesi sonrası 10 yıllık dönem esas alınarak ilk sezon oluşturulmuş, her sezonun yine hayatındaki 10 yılı anlatması bekleniyor. İlk sezonda özellikle saray ve Churchill arasındaki atışmalara yer veriliyor.
Dizide savaş sonrası İngiltere'nin kaderini belirleyen başbakanlarının yaşadıkları konu ediliyor. The Crown, dünyanın en ünlü iki adresi olan Buckingham Sarayı ve 10 Downing Street'in içinde yaşanan entrikaları, aşkları ve 20. yüzyılın ikinci yarısına şekil veren olayların perde arkasını anlatıyor. Matt Smith'in Edinburgh Dükü ve Kraliçe II. Elizabeth'in eşi Philip Mountbatten karakterini canlandırdığı dizide John Lithgow Sir Winston Churchill olarak rol alıyor.
10 bölümlük ilk sezonda bölümler 55-60 dakika arası değişiyor.

Victoria
Bir başka tarihi dizi de kraliçe Victoria”nın yaşamını ve o dönemki Britanya”yı konu alan Victoria adlı dizi.
1837’de Kral William ölünce 18 yaşına gireli çok bir zaman geçmemiş genç Victoria taht sırasını kendisine gelmiş buluyor. Çünkü babası ve babasının kendisinden büyük üç erkek kardeşi çok önceden ölmüşler, üstelik bu zamana kadar hiçbirinden geriye canlı bir varis de kalmamış. Babasının tek çocuğu olarak onun varisi de kendisi olmuş. Böylece bir günde genç bir kızın hayatı kökten değişiveriyor.
Sezon boyu dönemin başbakanı Lord Melbourne ile arasındaki arkadaşlık ve danışmanlık ilişkisini, annesiyle olan problemli ilişkisini, genç bir kraliçe olarak değişen hayatına alışmasını, evliliğine giden yolu ve saray hayatını izliyoruz.

Cardinal
Tek sezon olarak planlanan Kanada yapımı olan polisiye dizide karanlık ve puslu bir geçmişe sahip olan Dedektif John Cardinal ve ortağı Lisa Delorme, Kanada’da suça karşı yürütülen operasyonların içinde yer almaktadır.
Bir gün oldukça ilginç bir cinayet vakasına denk gelirler. 13 yaşındaki küçük bir kızın cesedi buza gömülmüş bir şekilde bulunur. Bir madende bulunan ceset, iki dedektifin ilgisini birden bu olaya çekecektir. Cinayeti çözebilmek için yoğun çaba gösteren iki dedektif, cinayetteki sırların ortaya çıkmaya başlamasıyla temposunu arttıracak ve yeni gizemlere şahit olacaktır.

Taboo
19.yüzyıl İngiltere”sinde geçen dizide, James Delaney (Tom Hardy), annesinin mensup olduğu bir Afrika kabilesinde geçirdiği on yıllık sürenin ardından, babasının ölümü ile memleketi İngiltere’ye geri döner.  Bu sırada, dönemin meşhur ve çok tehlikeli Doğu Hindistan Şirketi’nin göz koyduğu kritik bir arazinin, babası tarafından sadece oğlu James’e bırakıldığı ortaya çıkar. Bu işe dünden razı olan ve şirket ile pazarlıklarda sona yaklaşan James’in üvey kız kardeşi ve onun kocasının hain planları bir anda suya düşer.
Tom Hardy hayranları için kaçırılmayacak bir dizi.

Paranoid
8 bölümlük mini dizi İngiliz polisiye Paranoid”in konusu kısaca; Çok sayıda tanığın önünde, kırsal alanda bulunan bir çocuk oyun alanı içerisinde bir kadın doktor öldürülür. Bir grup dedektif tarafından basit bir cinayet soruşturması gibi görünse de olayın derinliklerine inildikçe işler gizemli bir hal alıyor.

The OA
8 bölümlük ilk sezonun ardından 2.sezon onayını alan dizide, çok garip olaylar anlatılıyor. İçerisinde bilim kurgu temasının dışında fantastik ve doğaüstü ögeler de bulunduran bir yapım olarak tanımlayabileceğimiz The OA adlı dizinin konusuna gelince;
Prairie Johnson, bundan 7 sene önce gizemli bir şekilde ortadan kaybolan genç bir kadındır. 7 yıllık yokluğuna yüksek bir köprüden atlayarak nokta koyan karakterimiz, şans eseri kurtulur ve hastaneye kaldırılarak tedavi altına alınır.
Burada yıllardır görmediği ebeveynleriyle tekrar buluşan Prairie’de akıl almaz değişiklikler vardır. Kaybolmadan önce kör olan Prairie mucizevi bir şekilde görebilmekte ve isminin OA olduğunu söylemektedir.

Timeless
Zaman makinesi, dizi ve film yapımcılarının her zaman gözdesi olmuş ve bu konuda birçok dizi/film çekilmiştir.
Bir grup bilim adamı gizli bir proje olarak zaman makinesi üzerinde çalışmaktadır. Proje’de son adıma gelinmiş ve çalışan bir zaman makinesi yapılmıştır. Ancak bir grup suçlu gizli tesise girerek zaman makinesi çalarak yolculuk yapmaya başlar. ilk olarak geçmişe giden suçlu grup daha önce yaşanmamış suçlar işler. Tarihin akışını korumak için özel seçilen bir grup zaman makinesinin prototipiyle zamanda suçluların peşine düşer.
Timeless konusu itibariyle aslında fantastik bir hikâyeyi bünyesinde barındırıyor. Garcia Flynn adındaki suçlunun Amerika üzerindeki düşünceleri korkunç noktalara ulaşmaktadır. Tüm tarihini ve geleceğin seyrini değiştirmek adına geçmişe gitmek ve bazı şeyleri değiştirmek ister.

Frequency
Gregory Hoblit'in aynı isimli 2000 yapımı filminden esinlenen bilimkurgu dizisi Frequency, 13 bölümlük ilk sezonu bitirdi. Konusu şöyle;
Henüz sekiz yaşındayken babasını kaybeden ve annesiyle büyüyen kariyerinde başarılı bir kadın, erkek arkadaşıyla evlenme kararı aldığı bir gece garajının üzerine yıldırım düşer. Küçük bir kızken babasıyla beraber saatler geçirdiği eski radyonun çalıştığını fark edince kontrol etmeye gider.
Radyonun diğer tarafında bir kişinin olduğunu fark eder ve konuşmaya başlar bir süre sonra konuştuğu kişinin 1996 yılında ölen babası olduğunu fark eder ve tüm hayatı değişecektir. Geçmişte bulunan babasını uyararak hayatını kurtarır ancak babasız geçirdiği 20 yıllık zaman dilimi ve hatırladığı yaşamı değişerek yeni anılar ve olaylar değişecektir.

The Expanse
Şu an 2.sezonu devam eden Syfy yapımı bir bilimkurgu dizisi olan The Expanse”nin konusu kısaca şöyle;
200 yıl sonra, insanlar uzaya açılarak koloniler halinde yaşamaya başlar. Astroid’de doğmuş olan ve büyük bir komplonun parçası olan bir kadın aniden ortadan kaybolur. Dedektif Josephus Miller’a onu bulması için gizli bir görev verilir. Dünya, mars ve uzay kuşağı arasında yaşanan gergin ilişkiden dolayı bu görevin gizli bir şekilde halledilmesi gerekir. Josephus Miller ise iyiliğe inan bir dedektiftir. Genç kadının bir komplonun parçasında olduğunu öğrendiğinde görevini tamamlayacak mıdır? Olayı araştırdıkça kahramanlarımız, insanlık tarihinin en büyük komplolarından biri ile karşı karşıya olduklarını fark ederler.
Eğer bilimkurgu dizilerden hoşlanmıyorsanız hiç bulaşmayın derim. Ayrıca söz konusu Syfy olunca beklentileri çok yüksek tutmamak gerekir.

Apple Tree Yard
Baş rollerinde Emily Watson ve Ben Chaplin'in oynadığı Louise Doughty'nin romanından uyarlanan BBC yapımı dizide, genetik üzerine yaptığı çalışmalarla başarısını kanıtlamış bilim insanı Dr. Yvonne'nın tutkularına karşı koyamaması ve hayatının beklenmedik bir şekilde çıkmaza girmesi anlatılıyor.
Dizinin ilk bölümündeki şiddet içerikli tecavüz sahnesi İngiltere”de büyük tartışmalara yol açtı.



Bunların dışında 2 sezonu biten İtalyan mafya dizisi Gomorra   ve Gerard Depardieu”nun başrolünde olduğu ve Marsilya belediye başkanlığı seçimlerinde dönen oyunları konu alan Marseille adlı Fransız dizisi farklı coğrafyalardan dizi arayanlar için ilgi çekici olabilir.





Ayrıca hoşça vakit geçirecek, kafa dağıtacak, çok fazla dikkat gerektirmeyen sabun köpüğü tarzı dizi izlemek istiyorsanız Another Period-Santa Clara Diet- No Tomorrow ve Easy adlı dizilere bir göz atın derim. Bu tarz dizilerden hoşlananlar bu dizileri kaçırmasın. İlk defa izleyecekler için de değişik bir deneyim olabilir.











İyi seyirler…


İlhan İLMENÖZ

16 Şubat 2017 Perşembe

Kazanan her zaman haklı mıdır?


"Tarihi kazananlar yazar" diyen Napolyon'un bu ünlü sözü sadece kendi dönemi ve Fransa tarihi için değil yaşadığımız/ yaşayacağımız her dönem için geçerlidir.

Buradan yola çıkarsak, basit bir düz mantıkla o zaman 'kazananlar hep haklıdır' önermesine ulaşanlar da olabilir.

Gerçekten de kazananlar her zaman haklı mıdır?

Bu önerme ne kadar doğrudur/yanlıştır tartışılır ama var olan gerçek, tarih boyunca kişiler/olaylar değerlendirilirken ya da analiz edilirken duruma kaybedenlerin gözüyle değil, hep kazananlarının gözüyle bakılır.

Tarih bir bilimdir araştırır-araştırılır, öğrenilir fakat çalışma alanı geçmiş üzerinedir. Geçmiş değerlendirip anlatılırken de varsayımlar üzerinden değil, var olmuş gerçekler üzerinden gidilir. Dolayısıyla geçmişteki olayları ve yaşananları anlatırken olanları değiştiremeyeceğimiz için bunların dogmatikliğini kabul ederiz.

İşte o zaman da karşımıza hep kazananların 'kahraman ve haklı', kaybedenlerin ise 'hain ve haksız ' olduğu bir tarih anlayışı karşımıza çıkar. Yine bir yazarın dediği gibi; "Tarih kazananların propagandasıdır". Çünkü kazananlar sadece kendi tarihlerini değil, kaybedenlerin de tarihini yazarlar. Daha doğrusu kazananların ağzından yazılan bir 'resmi tarih' olgusu ile karşılaşırız. Ancak bu resmi tarih her zaman doğruları mı anlatır o tartışılır.

Acaba bizlere 'Amerika'yı keşfeden kişi' diye anlatılan Kristof Kolomb'u ve kıtanın tümüne değişik zamanlarda giden beyaz adamları, onlar gelmeden önce orada yaşayan yerlilere sorma şansımız olsaydı nasıl anlatırlardı? Bu gelen yabancıları kahraman, cesur, maceracı denizciler olarak mı görürlerdi, yoksa birer katil olarak mı?

Onlara sorsanız Kolomb-Cortez ve kıtaya gelen tüm beyazlar için işgalci-düşman-sömürgeci demezler miydi? Tüm dünyanın gözünde yeni kıtalar bulan birer kaşif gözüyle bakılan tüm Avrupalı denizciler, orada yaşayanlar için canlarına kast eden, soylarını yok eden birer zalim katil değil midir?

Ya da Hitler Moskova'yı fetih sevdasına tutulmayıp sadece o zamana kadar elde ettiği yerlerle yetinseydi bugün hangi Avrupa'yı konuşuyor olacaktık? Kim bilir belki de tüm dünyaca lanetlenen Naziler'e bugün övgüler düzüyor olabilirdik.

Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atarak binlerce masum insanın ölümüne yol açanlar tarihe cani olarak mı geçmiştir, yoksa savaşı kazanan kahramanlar olarak mı? Bu bombaların etkilerinin yıllarca sürdüğünü uzun uzun anlatmaya bilmem gerek var mı?

Yerleşim alanlarının tahrip olması, radyasyondan etkilenip ölen çocuklar, hasta veya sakat doğan bebekler, ürün vermeyen topraklar ve daha birçok olumsuz sonuç hep bu bombaların yüzünden değil midir? Bu bombaların atılmasına karar verenler için bugün neler diyoruz?

Osmanlı tarihinden örnekler verecek olursak; Muhteşem Süleyman, en sevdiği şehzadesi Mustafa'yı boğdurmayıp Selim'in yerine padişah olmasını sağlasaydı, Fatih'in oğulları Cem Sultan ile Bayezid arasındaki mücadeleyi Cem Sultan kazansaydı olaylar farklı şekilde gelişebilir miydi? Hangisi hain, hangisi kahraman değişir miydi?

Kurtuluş Savaşı'nda liderlik, Mustafa Kemal/Kuva-yı Milliye  yerine, Çerkez Ethem/Kuva-yı Seyyare'de olsa ve bu ikilinin rolleri değişseydi bugün neler konuşurduk?

Ya da Sakarya Savaşı sonrası Yunanlılar Ankara'yı ele geçirip Meclis'i dağıtsaydı ve Kurtuluş mücadelesi veren liderler yakalansaydı, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına padişaha başkaldırmış birer isyancı gözüyle bakar mıydık?

Bu sayısız örnekleri çoğaltmak mümkün. İlgi alanınıza göre benzer örnekleri siz de bulabilirsiniz. Günümüzde de, yaşadıklarımıza ve olaylara bu pencereden bakmak yararlı olabilir.

Gerek ülkemizde gerek dünyada bugün yaşanan tüm gelişmeleri, yaşarken değerlendirmek her zaman çok sağlıklı olmayabiliyor. Bugünün kahramanları ya da olaylara yön veren kişiler, 50 ya da 100 yıl sonra hain ilan edilirse kimse şaşırmasın. 
Tarih her ne kadar bir bilim olsa da, pozitif bilimler gibi mutlaklık taşımaz. Onu yazana, yapana hatta okuyanın bakış açısına göre değişebilir.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz; evet tarihi her zaman kazananlar yazar, bu mutlak gerçeği değiştiremeyiz ama kazananlar her zaman haklı demek değildir.

Bernard Shaw'ın dediği gibi; "yenilenlerin tarihini de yenenler yazmıştır"...

İlhan İLMENÖZ

13 Şubat 2017 Pazartesi

YGS"ye girecek olanlara ve ailelerine minik tavsiyeler


YGS"ye artık sayılı günler kaldı. Bu sene 12 Mart 2017 tarihinde yapılacak olan YGS"ye kendisi ya da bir yakını girecek olanların bu yazıyı okumalarını öneririm. Hepimizin bildiği gibi sınavlar, gençlerin yaşamında çok önemli bir yer tutuyor ve kabul etsek de etmesek de bu ülkenin bir gerçeği.

Ortaokuldan başlayıp lisede devam eden, hatta üniversiteyi bitirseniz bile öğretmenlik doktorluk gibi bazı meslek gruplarında yapılan sınavlar, insan yaşamının en önemli dönemeçlerinden ve engellerinden biri.

Bu engelleri aşmak ve başarılı olmak için en temel koşul ise düzenli ve sistemli olarak çalışmak, çalışmak, çalışmak...

Gelelim çok yakında yapılacak YGS konusundaki minik tavsiyelere... Burada sizlere hangi derslere, nasıl çalışmanız konusunda öğütler verecek değilim. İşin o bölümü zaten geçti. Aylardır bu sınava hazırlananlara yararlı olabilecek bir kaç küçük tavsiyede bulunmak istiyorum. Çok fazla çalışmamış, bu sınavı önemsememiş olanlar ise dediklerimi yapsa bile fazla işe yaramaz.

En önemli tavsiyem; sınavlara 10-15 gün kala günlük yaşam biçiminizde asla büyük radikal değişiklikler yapmayın ve mümkün olduğu kadar rutin yaşayın. Uyku saatlerinizi düzene sokun. Örneğin birçok ebeveyn ya da bazı rehber öğretmenler sınavdan bir gün evvel erken yatmayı ve sınav sabahı iyi bir kahvaltı yapmayı önerir. Bunlar kısmen doğru diyebilirim.

Ancak diyelim ki her gece bire-ikiye kadar yatmayan bir genç, sınav akşamı 9"da ya da 10"da yatarsa uyuyabilir mi? Veya her sabah saat 11"den önce kalkmayan bir kişi sınav sabahı erken kalkıp kendine gelebilir mi? O zaman sınavın yaklaştığı şu günlerde bunları dengeleyip bir düzene sokmak, yani vücudun biyolojik saatini iyi ayarlamak gerekir.

Aynı şekilde bütün bir yıl boyunca hiç kahvaltı yapmayan ya da çok azla yetinen bir kişinin sınav sabahı sıkı bir kahvaltı yapması ne kadar akılcı olur? Eğer hiç kahvaltı yapmadan bütün bir yıl sıkıntı yaşamadıysanız sınav günü de yaşamazsınız. 
Ayrıca her gün kahvaltıda yedikleriniz dışında sınav sabahı çok farklı şeyler de yemeyin. Diyelim ki hiç yumurta yemeyen ya da süt içmeyen bir kişinin sınav sabahı bunları yiyip içmesi faydadan çok zarar getirebilir. Aynı şekilde sınav öncesi çok fazla çay/su vb. gibi içecekler tüketmek, size sınav sırasında sıkıntılı anlar yaşatabilir.

Sınava yaklaştığımız şu günlerde sakatlanma riski yüksek olan bedensel aktivitelerden kaçınmak da bir başka yapılması gerekendir. Unutmayın ki sınav günü sadece beyninizin değil, bedeninizin de sağlam ve tam kapasite ile çalışması gereklidir. Sınav günü grip nezle vb. bir rahatsızlığa yakalanmış, başı ağrıyan, midesi bulanan bir kişinin performansı istenildiği gibi olamaz. O yüzden sınav gününe yakın günlerde ders çalışmaktan çok sağlığınıza dikkat etmek daha önemlidir.

Her sınav öncesinde olduğu gibi maalesef bazı aileler, çocuklarına sınavı tüm yaşamlarının en önemli olayı gibi gösterip, sınava girecek genci aşırı strese ve gerginliğe sürükleyebilirler. Hatta bu işi abartıp sınavı kazanamadıkları takdirde çocuklarını üstü açık veya kapalı değişik şekillerde tehdit eden, onları korkutan, şantaj yapan anne babalar da var.

En basit örneği sınav kötü geçerse gencin günlük yaşamına kısıtlamalar getireceğini belirten, "yaz tatili sana da zehir olur", ya da "başarılı olursan bunları alırım, yoksa unut gitsin"  şeklinde aba altından sopa gösteren aileler sınav öncesi gençleri büyük bir strese sokar.

Anne babalara tavsiyem; şu günlerde sürekli sınav/ders çalış/test/geleceğin diyerek çocuklarınız üzerinde baskı oluşturmayın, onları hiç olmazsa şu günlerde biraz rahat bırakın. Kimi anne babalar bunu çocuklarının iyiliği için yaptığını düşünse de, bu yaptıkları bazen ters etki yaratmaktadır. Sakin ve huzurlu bir aile ortamı, sizlerin karşılıksız sevginiz ve anlayışınız onlar için en büyük motivasyon kaynağı olacaktır.

Anne babaların bilmeden/farkında olmadan en çok yaptığı hatalardan biri de bütün bir yıl boyunca sınava hazırlanan genci rahatlasın/stresini atsın diye sınavdan 1-2 gün önce açık havada güzelce bir gezdirip, farklı yerlerde yemekler de yedirerek dengelerini bozmalarıdır.

Sınavdan bir gün önce ders çalışmayı bırakıp ailesi ile gezerken dışarıda yediği yemekten ishale yakalanan, yine bu hava almalar sırasında çeşitli nedenlerden rahatsızlanarak sabahlara kadar hastanelerde kalan, rahatlamak/kafa dağıtmak için arkadaşları ile basketbol/futbol oynarken kolunu bacağını sakatlayan öğrencilerim olduğunu da söyleyebilirim.

Unutulmasın ki sınavdan daha önemlisi bu gençlerin ruh ve beden sağlığıdır. Sınavlar kazanılsa da kaybedilse de olur, yeter ki onların sağlıklarına bir şey olmasın. Bu yıl kaybettiğiniz bir sınavı gelecek yıl kazanabilirsiniz ama bazen kaybettiğiniz sağlığınızı bir daha geri getiremeyebilirsiniz.

YGS"ye girecek olan tüm öğrencilere şimdiden bol şans ve başarı, ailelerine de sabır ve mutluluklar dilerim.

İlhan İLMENÖZ

10 Şubat 2017 Cuma

Kimseyi yormadan ölümü seçmek


Sosyal medyadan ya da haber sitelerinden okumuşsunuzdur, "hastalık ve yaşlılık sorunlarından kurtulamıyoruz. Kimseyi yormadan, kırmadan, muhtaç olmadan gidiyoruz" diyerek el ele ölüme giden emekli çiftin öyküsünü...

Yaşamlarına birlikte denize atlayarak son vermeleri, mal varlıklarını hayır kurumlarına bağışlamaları, son günlerini geçirdikleri otel personeline teşekkürleri, evlatlarına kırgın oluşları vb. gibi olayın magazin boyutları bir yana, bilerek ve isteyerek ölümü seçmek, ölüme elele gitmek bir hayli düşündürücü ve bunları okurken bile insanın canı sıkılıyor.

Burada tartışılması gereken asıl konu da bu zaten. Hastalıklarının tıbbi açıdan hiç bir çözümü olmayan, çaresiz insanların ve yakınlarının bir seçeneği olmalı mı?
Bu soru akıllara bazı ülkelerde uygulanan "ötanazi hakkı"nı getiriyor.

Bence bu şekilde kesinlikle yaşama şansı olmayan hastalar için hem daha fazla acı çekmemeleri, hem de  son anlarını kendilerinin belirlemelerini sağlamak amacıyla ülkemizde de isteyenlere ötanazi hakkı tanınmalıdır. Sonuçta  çaresiz ve acı çeken insanlar için bir seçenek ve anayasal bir hak olmalıdır.

Ötanazi uygulamasının yasal olduğu ülkelerde , aktif ve pasif ötanazi şeklinde farklı 2 uygulama var.

Aktif ötanazide, doğrudan uygulama söz konusu. Öldürücü madde, kurtarıcı tedavi uygulanması imkânsız olan hastaya doğrudan verilir.

Pasif ötanazide, dolaylı bir uygulama söz konusu olup, hastayı hayatta tutan makineler kapatılır ya da geçici - kısmi tedaviye yönelik ilaçların verilmesi kesilerek, ağrının giderilmesi dışında bir tedavi uygulanmaz.

 Avrupa"da; Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İsviçre gibi ülkelerde ötanazi  yasalar tarafından destekleniyor. ABD"de de bazı eyaletler ötanaziyi tanımış durumda.

Yasalarımıza göre  ötanazi hakkı yok ve uygulayanlar hakkında ağır cezalar uygulanıyor. Türk Ceza Kanunu'na göre, hastaya ötanazi uygulayan fail (hekim), tasarlayarak (taammüden) adam öldürme hükümlerine göre yargılanır ve ağırlaştırılmış müebbet (ömür boyu) hapis cezasıyla cezalandırılır.

Ülkemizde 1998 yılında yayınlanan Hasta Hakları Yönetmeliği'nin "Ötanazi Yasağı" başlıklı 13. maddesine göre, ötanazi yasaklanmış durumda. Söz konusu maddede şöyle deniliyor:

"Tıbbi gereklerden bahisle veya her ne suretle olursa olsun, hayat hakkından vazgeçilemez. Kendisinin veya bir başkasının talebi olsa dahi, kimsenin hayatına son verilemez."

Ülkemizde çok fazla tartışılmayan ve gündeme gelmeyen bu konunun artık tartışılması ve bu konuda yasal düzenlemeler yapılması zamanı gelmedi mi?Ama organ bağışı konusuna bile yeteri kadar yanaşmayan bir toplumda, ötanazi nasıl tartışılır o da ayrı bir konu.

Şimdi herkes  kendini bu habere konu olan emekli çift yerine koysun. Çaresiz bir hastalığınız var ve ölüme yakınsınız. Yani kurtuluş şansınız kesinlikle yok. Ölüm zamanınızı, yerini ve son olarak kimlerin yanınızda olacağını bilmek ve bütün bunları siz belirlemek istemez miydiniz?

Yakınları gözleri önünde acılar içinde  ölürken çaresiz kalanlar çok iyi bilirler. Eğer hiç bir umudunuz yoksa boş yere acı çekmek niye? Üstelik size bakacak bir yakınınız da yoksa...

Sonuçta ölümü seçmek de bir tercih değil mi?
İster bir hastane odasında, ister denizin ortasında...

İlhan İLMENÖZ

8 Şubat 2017 Çarşamba

Sevgililer Günü"ne yalnız girecek olanlara tavsiyeler



14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşıyor. Her "14 Şubat" öncesinde olduğu gibi özellikle hediye sektörü büyük bir hazırlık içinde. Ekonominin kötüye gittiği şu günlerde esnafın yüzünü güldürecek bu tip günler de olmasa yandı gülüm keten helva. Çiçekçisinden cep telefoncusuna kadar cümle esnaf şimdiden ellerini ovuşturarak gün saymaya başladı bile.

AVM"ler 14 Şubat"a özel alışveriş yapanlar için indirimler, çeşitli hediye çekilişleri veya çeşitli özel organizasyonlar düzenleme telaşı içinde. Kimisi şanslı çiftleri o gün akşam yemeğine göndereceğine duyururken, kimi de tatil vaad ediyor.

Bizim apartmanın altındaki çiçekçi arkadaş da daha şimdiden çeşit çeşit çiçekleri stoklamaya başladı.  Hatta çiçekçi dükkanında yer kalmayınca apartman girişi ve ilk katların merdiven boşlukları da rengarenk çiçeklerle doldu.

Kendi kendime "Sevgililer Günü gelmeden yazayım da herkes bizim çiçekçi arkadaş gibi önceden önlemini alsın" dedim. Özellikle çok önemsenen(!) bu güne yalnız girmeyi kendilerine dert edinenler bu yazıyı mutlaka okumalı.

Tüm sevgililerde heyecan, gerilim ve adrenalin yükselmeye başladı. Erkekler, sevgililerine hediye seçmenin sıkıntısı ve düşüncesi içindeyken, kızlar/kadınlar da bu günü "bakalım bu yıl ne alacak ya da ne yapacak " diye merak ve endişe içinde bekliyor.

Kimi de sadece hediye ile yetinmeyip özel ve sürpriz organizasyonlar yaparak sevgilisinin gönlünü/takdirini kazanmayı ve onun gözüne girmenin planlarını yapıyor.

Sevgilisi olanları tatlı bir heyecan sarmışken, sevgilisi olmayanlar da bu günün bir an önce geçip gitmesini ister. Çünkü onların en sevmediği gündür Sevgililer Günü... Her nedense bu günde sevgilisi olanlardan çok, olmayanların durumu daha çok konuşulur.

İnsanı zorla strese sokar bu Sevgililer Günü muhabbetleri. Özellikle sosyal medyanın yaygınlaşmasından sonra daha da konuşulur ve gündeme getirilir oldu.

Hani deyim yerindeyse bu günlerde sevgilisi olmayanlara son derece tehlikeli bulaşıcı bir hastalık taşıyan insan gözüyle bakılmaya başlanıyor. İşin daha da garibi bu "yalnız kalpler"den bazıları kendilerini acınacak bir zavallı gibi mutsuz ve yalnız hissediyor.

"Neden benim sevgilim yok, benim neyim eksik"  diyerek kendini ve geleceğini sorgulayanlar da az değil. Hatta uzun süredir sevgili bulamayanlar ise tamamen umutsuz vaka ve bu işten artık ümidi kesmiş durumda.

Düşünsenize o gün çevrenizde sanki size hava atar gibi ele ele, kol kola gezen ve aşklarını milletin gözüne sokmaya çalışan çiftler, çeşitli mekanlarda cıvıl cıvıl kaynaşan sevgili grupları ve ortalıkta sap sap dolaşan/oturan siz. İnsanın zoruna gider tabii. Başka zaman dikkatinizi bile çekmeyecek, önemsemeyeceğiniz bazı şeyler o gün size batar.

Bu seneki Sevgililer Günü"nü yalnız geçirecek olan genç kardeşlerim, dostlarım, Romalılar... Boş verin siz onları görmezden gelin, geçin, gidin. Gelin ben size o gün yapabileceğiniz bir kaç küçük tavsiye vereyim;

Her şeyden önce duygularınızı olduğu gibi kabullenin. Etrafınızda ele ele, diz dize, sarmaş dolaş gezen çiftler gördüğünüz zaman kendinizi  üzgün ve mutsuz  hissetmeniz doğaldır; ancak duygularınızla barışın ve kendinize, geleceğinize odaklanın.

Sinemaya gidin, alışveriş yapın, ders çalışın, televizyon izleyin, spor yapın ve günü doldurmaya çalışın. Olmadı, sizinle aynı durumda olan diğer arkadaşlarla/saplarla birlikte çeşitli etkinlikler /aktiviteler planlayın.

Uzmanlara göre Sevgililer Günü"nde yalnız kalmak çok iyi bir şey değilmiş, bu yüzden yalnızlığa odaklanıp bunalım takılmak yerine, uzun zamandır ertelediğiniz bir şeyi, hoşlandığınız bir etkinliği gerçekleştirin. Depresyonlara girip sağlığınızı bozmanın bir anlamı yok.

Yapacak bir şey bulamazsanız, oturun bir dostunuzla bir yerlerde yemek yiyin, kahve içip sohbet edin. Hem ne hediye derdiniz olur, ne de sevgiliyi mutlu edebilecek miyim gerilimi.

Sohbet ederken de Sevgililer Günü gibi gereksiz bir günün, kapitalizmin insanları tüketime özendirmekten başka bir işe yaramadığı sonucuna varıp rahatlayın.
Zaten 14 Şubat’ın, Roma’da evlenmeleri yasak olan aşıkların nikahını kıyan Aziz Valentin’in öldürüldüğü gün olduğunu ve yıllar içinde şekil değiştirerek günümüzde Sevgililer Günü olarak kutlandığını bilirsiniz. Saçma sapan, yalan yanlış bir gün yani fazla ciddiye almayın.

Ayrıca “Sevginizi tüketime alet etmeyin” ya da “Ticari sömürü aracı” gibi klişeleri de unutmayın. Belki bu günlerde işinize yarayabilir. Size "sevgilin yok mu?"  diye soranlara bunları anlatmaya başlayın.

O gün sokakta yürürken bir çift gördüğünüzde "yalnızım ama tarzım cool, yıkılmadım ayaktayım" dercesine dimdik olun, sevgiliniz olmadığını belli etmeyin.

Ve en önemlisi umudunuzu asla kaybetmeyin... Bu yıl değilse bile, belki seneye sizin de bir sevgiliniz olabilir. Neden olmasın? Olanların sizden ne fazlası var? Geçin ayna karşısına," ne kadar da güzelim", "ne kadar yakışıklıyım" diye önce kendi kendinizi motive edin.

Yalnız benim anlamadığım, bu Sevgililer Günü gibi özel günlerin neden hep erkeklerin üzerine yıkıldığıdır. Hani sevgi karşılıklıydı, tek taraflı aşk olmazdı. Bütün romantizm eylemleri ve sevgi kelebekleri nedense hep erkeklerden beklenir olmuş. Bir kere bu erkeğin doğasına ters, fıtratına uygun değil yani. Erkek milletinin birçoğunun genlerine, hafif öküz geni karıştığını unutmayalım.

Erkek dediğin düz ve basit düşünür, hatta bazı konularda hiç düşünmez. At gözlüğü takmış gibidir, sağa sola bakmadan daima önüne bakar, ayrıntıyı es geçer. Zerafet/narinlik, ince ve ayrıntılı düşünme kadınlarda olur. Uğraştırmayın erkekleri ne hediye alayım derdiyle, ne istiyorsanız söyleyin alsınlar işte. Yoksa 14 Şubat günü mum ışığında romantik bir akşam yemeği hayal ederken, kendinizi bir pidecide ya da kebapçıda bulabilirsiniz.

Anlamadığım bir şey de Sevgililer Günü deyince akla hep bekarların gelmesi. Neden? İnsan evlenince sevgisi bitiyor mu? Evli olanlar sevgili olmaz mı? Unutmayın ki sevginin yaşı olmaz.

Neyse biz yine dönelim sevgilisi olmayıp da 14 Şubat"a tek başına girecek olan mahzun ve yalnızların durumuna. Belki hepsi şakaydı ama bundan sonrası gerçek.

SEVGİLİLER GÜNÜNE YALNIZ GİRMEYİ ASLA DERT ETMEYİN...
BU YIL OLMAZSA GELECEK YILA VEYA YILLARA BİR SEVGİLİ BULMA ŞANSINIZ HER ZAMAN VARDIR.
YETER Kİ ANNELER/BABALAR GÜNÜNE YALNIZ GİRMEYİN...
HEM EVLAT OLARAK, HEM ANNE BABA OLARAK...

Herkesin Sevgililer Günü şimdiden kutlu olsun...
İlhan İLMENÖZ

4 Şubat 2017 Cumartesi

Durduramadığımız ve yetişemediğimiz "zaman"

"Çevrenizde gördüğünüz/görmediğiniz, bildiğiniz/bilmediğiniz canlı ya da cansız her şeyin en büyük düşmanı nedir?" diye bir soru sorsam, sanırım ilk planda herkesin aklına farklı kavramlar gelir. Haklısınız tabii, bu kadar geniş kapsamlı bir soruya ben olsam  "acaba işin içinde bir kelime oyunu mu var, tuzak bir soru mu" diye şüphelenirim.

Belki bazılarınız biraz felsefi ve göreceli bulabilir ama bana göre tüm evrende var olan  her şeyin en büyük düşmanı "zaman"dır. Bırakalım evreni, uzayı, kainatı içinde yaşadığımız şu yaşlı dünyamıza bakalım. Milyarlarca yıldır yaşıyor ama bir gün onun da sonu gelecek. Belki bir yıldız çarpması, belki bir patlama, belki başka bir şey ama bir gün bu yaşlı gezegen de benden bu kadar deyip yok olup gidecek. 

İşte orada kaçınılmaz son karşımıza çıkıyor. Süresi dolan her canlı veya cansız varlık/nesne  bir gün mutlaka yok olup gider, yani zamana yenik düşer...
Belki de dünyanın en göreceli kavramı zamandır. Nedir zaman? 

Bilim adamları zamanı; " Bir eylemin içinde geçtiği, geçmekte olduğu ya da geçeceği süredir yani kısaca iki hareket arasındaki süre" olarak tanımlıyor.

Felsefe kavramı olarak ise; "oluş, gelip geçiş, değişme ve süreklilik biçimi; dönüşü olmayan bir doğrultuda birbiri ardından gitme" olarak ifade edilmeye çalışılıyor.

Olayı biraz daha basitleştirip insana ve onun çevresine indirgeyelim. Zaman denilen kavram değil midir ki her geçen gün bizden çevremizden, sevdiklerimizden bir parça alıp götürür. Bazen en yakınımızı bizden alır, bazen sevdiğimiz bir dostumuzu, bazen yaşadığımız kenti/köyü, bazen çocukluk/ gençlik anılarımızı... Üstelik zamanın bize biçtiği ömür uzadıkça bazen yaşattığı acılar ve bizden çaldıkları da artar.

Yolun yarısını geçenler ve biraz daha kemale ermiş olanlar, dönüp bakın bakalım arkanıza "zaman" denilen düşman, "zaman" denilen hırsız neler çalmış sizden?
Gidin  bakalım doğdunuz semt-mahalle aynen yerinde duruyor mu? 
Çocukluk/okul arkadaşlarınız, dostlarınız nerede? Anılarınızın ne kadarı hala ilk gün kadar taze ve anlamlı? 

İlk sevdanız, ilk mutluluğunuz, ilk düş kırıklığınız, ilk gözyaşlarınız hala dün gibi yerli yerinde  mi?

Bazen nerede o eski bayramlar, çocukluğumun yaz tatilleri,  mahalle aralarında dizlerimizi kanattığımız günler diye sayıkladığınız oluyor mu? Geri dönmeyecek şekilde başka bir yaşama uğurladığınız yakınlarınızı, yitirdiğiniz dostlarınızı yüreğiniz yanarak, içiniz acıyarak aklınıza getirirken seslerini net olarak duyup, yüzlerini net olarak hatırlayabiliyor musunuz? Yoksa "zaman" hepsini sizden çalmış mı? 

Zamana direnmek mümkün değil. Acımasızca yok ediyor bizleri ve var olan her şeyi... Ne sürekli geçmişte yaşamak çözüm, ne de geleceğe bırakmak yaşayamadıklarımızı...

Zaman sevdiklerimizi bizden almadan, elimizde olanları  bizden çalmadan günü yaşamak lazım olabildiğince...Sindire sindire, doya doya tadını çıkararak. Nasıl mı? Mesela uzun süredir görmediğiniz, halini hatırını sormadığınız yakınlarınızı, dostlarınızı  arayabilirsiniz. Karşılık beklemeden, ama demeden, hiç bir hesap yapmadan gönüllerini alabilirsiniz. Sonra keşke dememek için...

Yapmak istediğiniz işler, görmek istediğiniz yerler, almak istediğiniz şeyler varsa ve bunları yapmaya gücünüz yetiyorsa ertelemeyin, hemen yapın. Belki de yarın çok geç olabilir her şey için...

Bırakın o ne der, bu ne der korkusunu...Bir şeyi gerçekten çok istiyorsanız başkalarının düşüncesini çok da fazla önemsemeyin. Kırın zincirlerinizi, bir daha mı dünyaya gelecekseniz. Bazen uçuk kaçık şeyler yapmak huzur verir insana, rahatlatır.

Ve en önemlisi korkmayın zamandan...Elimden yitip gidiyor, yetişemiyorum hızına diye üzülmeyin, düşünmeyin...Zamanla yarışamazsınız, onu alt etmeniz mümkün değil. Ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar sağlıklı olursanız olun  bir gün o kaçınılmaz son hepimizi bulacak. 

O yüzden yaşamı küçük dertlerle, maddi kaygı ve hırslarla  kendinize ve çevrenize  zehir etmeden elinizden geldiği kadar kolaylaştırın, sıradanlaştırın. 

Bazen sıkıcı ve rutin bir yaşamı bile özlediğiniz olur. Güneşe, gökyüzüne çevirin yüzünüzü ve derin bir nefes alın. Doya doya hiç bir şey düşünmeden doldurun ciğerlerinizi hava ile...Yaşadığınızı hissedin...İşte en büyük zenginlik... Varsınız çünkü...

Günü ve anı yaşayın yeter... Basit, sade ve elinizdekilerin değerini bilerek...

İlhan İLMENÖZ

2 Şubat 2017 Perşembe

Çocukluk kahramanım Metin Oktay


Bugün 2 Şubat...Tüm Türkiye"nin "Taçsız Kral" diye bildiği, tanıdığı, benim çocukluk kahramanım Metin Oktay"ın doğum günü...Böyle bir günde Metin ile ilgili bir şey yazmamak elbette olmaz.

Evet 2 Şubat 1936”da İzmir Karşıyaka”da dünyaya gelip bu kentte Damlacık ve İzmirspor formaları sonrası giydiği Galatasaray forması ile özdeşleşen benim çocukluk kahramanım Metin Oktay…

Herkesin çocukluğunda bir kahramanı, bir idolü mutlaka olmuştur. Kimileri hayali bir kimliği kahramanı yaparken, kimi de gerçek hayattan birilerini kahraman olarak seçer. Bu bazen bir film ya da çizgi roman karakteri olurken, bazen de bir sporcu/sanatçı/ ya da yakın çevreden birileri de olabilir.

Benim çocukluk kahramanım ise dediğim gibi bir futbol yıldızı olan Metin Oktay"dı. Yanılmıyorsam ilkokul son sınıftaydım. Mayıs ayının son günleriydi, okulların kapanmasına çok az bir zaman vardı. O Pazar çok heyecanlıydım. Rahmetli babam bana “Bugün bugün seni Altay”ın maçına götüreceğim” dediği zaman dünyalar benim olmuştu.

Koyu bir Altay taraftarı olan babam büyük bir olasılıkla beni de Altay”lı yapabilmek, kendi tuttuğu takıma bir taraftar kazandırabilmek için maça götürüyordu. Ama yanlış maç seçmişti. Gittiğimiz maç Altay- Galatasaray maçı idi. Hem de Metin Oktay”ın kaptan olarak sahaya çıktığı Galatasaray maçı...

Düşünsenize, fırsatını bulunca bütün gün sabahtan akşama kadar mahallede top peşinde koşan ben, ilk defa gerçek bir maça gidecek, ilk defa bir stadyumda, bir futbol maçı izleyecektim. Hem de hayranı olduğum Metin Oktay"ın maçını...

O gün yaşadığım heyecanı ve duygularımı asla unutamam. Bunun nedeni Galatasaray”ın maçı kazanmış olması mı, yoksa Metin Oktay”ın hala gözlerimin önünden gitmeyen harika golü mü bilmiyorum? Belki de ikisi de değil. Artık son sezonunu geçiren büyük futbol efsanesi ve kahramanım Metin Oktay”ı canlı olarak bir maçta seyretmiş olmak... İşte hepsinden daha önemlisi buydu belki..

O yıllarda maçları sadece radyodan dinleyebiliyorduk. Ertesi gün de gazetelerde ancak bir kaç fotoğraf görebiliyorduk. O yüzden bunun ne kadar önemli olduğunu anlarsınız. Metin Oktay gibi bir efsane futbolcuyu seyretmiş olmak gerçekten inanılmaz bir anı... 

Futbolu güzelleştiren ve cazip hale getiren en önemli unsurlardan biri de unutulmaz efsane futbolcuların izleyenlerde bıraktığı o anlatılamaz duygulardır. Metin Oktay"ın adının geçtiği her yerde ve her zaman aklıma hep şu sözler gelir;

Çocukluk aşkımsın sen ilk göz ağrımsın
Kimseyi, kimseyi sevmedim senin gibi
Sevdanın uğruna terk ettim her şeyi
Hayatın anlamı Galatasaray

Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük  isimlerinden olan Galatasaray’ın büyük oyuncusu Metin Oktay için çok şey yazıldı, hakkında belgeseller yapıldı. Ancak Metin Oktay’ın siyasal kimliği hep gizlendi, unutturulmaya çalışıldı.

Metin Oktay sosyalistti. Oyunu Türkiye İşçi Partisi’ne verdiğini açıklayan ilk futbolcuydu. Bir tren seyahatinde, Çetin Altan’a “Bizi sosyalist yaptın, ama sen aramızdan çektin gittin” diyen de oydu.

Metin Oktay gibi yine Galatasaray’ın unutulmaz futbolcularından Metin Kurt, Taçsız Kral'ın bilinmeyen bir yönünü şöyle anlatıyor:

'Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm sporseverler için Metin ağabey efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve dostlarının hızır gibi imdadına –maddi ya da manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir.'

İşte aynı Metin Kurt, futbolu bıraktıktan sonra maddi anlamda sıkıntılı günler yaşamaktadır. Bunu çok iyi bilen Metin Oktay, Kurt'a kendisini görmesi için haber gönderir. Metin Kurt ise, kendisine jübile teklif edileceğini bildiği için bu ziyareti sürekli erteler. Jübileyi "modern dilencilik" olarak tanımladığı için böyle bir teklifi kabul etmek istemeyen ama bir yandan da Metin Oktay'ı kıramayacağını bilen Kurt'u sonunda Metin Oktay arayıp bulur.

'Ben senin hem ağabeyinim, hem de solcuyum. Solculuk sadece sana mı kaldı? Buraya gelmem, seni aramam futbolun dışında, senin solculuğundan, benim solculuğumdan.'

Ahmet Çakır da Metin Oktay için yazdığı  kitabı "Taçlı Kral: Metin Oktay "ın bir bölümünde O"nu  şöyle anlatıyor; Metin Ağabeyin üvey oğlu Rıfat Pala ile konuştuk. Karşılıklı anlarımızı anlatırken, "Şimdi sana hiç kimsenin bilmediği bir anıyı anlatacağım" dedi.

"7 Şubat 1966'da annem rahmetli Servet Hanım ile Metin Ağabeyin bir kızları oldu. Ancak akciğerleri çalışmadığı için, 2 günlük iken, 9 Şubat günü vefat etti. O gün de Galatasaray'ın Feriköy'de maçı vardı. Metin Ağabeyin birkaç yakın arkadaşı ile birlikte Zeynep adlı bebeği öğle namazından sonra toprağa verdik ve oradan Ali Sami Yen Stadı'na geldik. Metin Ağabey hiçbir şey olmamış gibi, acısını içine gömerek sahaya çıktı ve o gün Galatasaray, Feriköy'ü onun attığı golle 1-0 yendi."

İşte sözün bittiği yerlerden bir tanesi daha. O"nun Galatasaray sevgisi, oynadığı o muhteşem futbolun yanında insanlığının, alçak gönüllülüğünün bir başka örneği...

O"un anıları anlatmakla bitmez...İşte en bilinenlerinden biri daha...1957 yılında Fenerbahçe"li bir yönetici Metin"le bir gazinoda buluşur. Bir çek uzatarak "rakamı sen yaz Metin" der "yeter ki Fenerbahçe forması giy"...Metin Oktay ise her zaman paraya karşı tok olmuştur.  Anında verir cevabı "bizi sevenleri üzmeyelim baba, bizi sevenlere ihanet etmeyelim"

Seni sevenleri bir kez hariç hiç üzmedin Büyük Kaptan, rahat uyu...

Sadece doğum günün ve ölüm yıl dönümlerinde değil seni her zaman seviyor, her geçen gün daha çok özlüyoruz...


İlhan İLMENÖZ

1 Şubat 2017 Çarşamba

Hayatınızı renklendirmek ister miydiniz?



Geçen gün internette dolaşırken bir haber gözüme çarptı. Habere göre ; İngiliz Observer gazetesi uzmanlara bir reçete hazırlatmış. Reçetenin başlığı "hayatınızı renklendirmenin yolları"...

Eğer birden her şey çok kötü gitmeye başlar ve artık hayatınızı güzelleştirmek için çözüm bulmakta zorlandığınızı hissederseniz, bu reçeteyi kolaylıkla uygulayabilirmişsiniz.

Reçetede yazılanlara bakınca  "acaba bunların ne kadarı bizde uygulanabilir" diye düşündüm ama  işin içinden çıkamadım. Gelin hep beraber önerilen yollar, bizde ne kadar uygulanabilir ona bakalım.

        Madde:1-Televizyonunuzu atın! Saçma gelebilir ama eğer ömrünüzün bir yılını televizyondan uzak geçirirseniz, kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz. Böylece sinemaya, tiyatroya gitmek için de bol vakit bulabilirsiniz. 

Şimdi ortalama bir Türk ailesini düşünelim; televizyonsuz bir yaşam olabilir mi? Hadi oldu diyelim, sinemaya tiyatroya gitmek istese gidebilir mi? 3-4 büyük kent dışında tiyatroya giden aile sayısı verilerini bilen var mı? Bırakın gidenleri büyük kentler dışında hangi illerimizde tiyatro var?

Artık her evde en az 2-3 tv var ve herkes kafasına göre takılıyor. Televizyon olmasa maçları, dizileri, o çeşit çeşit yarışma, evlilik ve stil/tarz programlarını nasıl izleriz? Hele Survivor olmadan ne yaparız? Mümkün değil...Televizyonsuz bir yaşam Türk halkı için mümkün değil...

Madde:2-Hayatta olup bitenleri takip etmek için dünyanın dört bir yanında çıkan gazeteleri, dergileri internetten okuyun.

Zaten bizim toplum dünyada olup bitenler öğrenmek için can atar. Herkes boş vakitlerinde bol bol okur. Plajlar, parklar, her türlü toplu taşım araçları okuyan insan kaynıyor. Bırakın dünyayı takip etmeyi,  sadece bu ülkede çıkan gazete ve dergileri takip edebilsek  yeter. Dünyada olup biteni öğrenmenin çok da faydası yok nasıl olsa...

Madde:3- Arada bir de olsa spontane davranın. Eğer bir ünlüye çok uzun zamandır hayransanız, hemen ona bir e-mail gönderin. Hoşlandığınız kişiyi ilk gördüğünüz anda ona duygularınızdan bahsedin. İçinizden mırıldandığınız şarkıyı yüksek sesle söylemeye başlayın.

Hadi ünlülere mail attık diyelim orada bir sorun yok da, hoşlandığımız  kişiye, ilk gördüğümüz bir anda, duygulardan bahsetmek biraz tehlikeli olmaz mı? Ya da olur olmadık yerde sevdiğimiz bir şarkıyı yüksek sesle söylemek her zaman doğru sonuçlar getirmeyebilir. Ya sarhoş derler, ya da deli...Burası Türkiye, nerede ne zaman, başınıza ne geleceği hiç belli olmaz.

 
                Madde:4-Her yıl en az 5 tane müzik albümü ve 5 tane kitap alın . Unutmayın müzik ve kitap ruhunuzu besleyen en önemli kaynaklardır.

Şu ülkede yılda 5 tane müzik albümü ve 5 kitap alan insan sayısı bana göre çok sınırlıdır. Zaten ülke nüfusuna göre kitap ve albüm satışlarına bakarsanız her şey ortada. Üstelik internetten bedava müzik indirmek varken kim verir albümlere parayı? Kitap desen, yarı fiyatına sokaklarda var zaten ama onu bile alan yok.

Madde:5- Tutkularınızı paylaşabileceğiniz insanlar bulun. Beraber saatlerce bilgisayar oyunu oynayacağınız, spor yapacağınız, satranç oynayacağınız birileri hayatınızı renklendirecektir.

Güzel bir madde, bizlere uyar. Özellikle işin ucunda oyun/spor/sohbet/tartışma varsa hiç kaçmaz. Ancak biz bunları gerçek hayatta yapmaktan çok, sanal ortamlarda, sosyal medya üzerinden yapmayı daha çok tercih ederiz. Her türlü klavye kahramanlığından tutun da , arkadaş/eş bulmaya kadar sanal ortamlar bizler için müthiş bir kaynak...

Madde:6-  Yeni yılda olumlu düşünme gücünüzü devreye sokun. Her gün, sizi neyin rahatsız ettiğini düşünün ve o konuda çözüm üretmeye çalısın.

Bu ülkede yaşayan insanlar için uygulaması çok zor bir madde. Şimdi burada beni rahatsız eden maddeleri yazmaya kalksam destan yazılır. Hangi birini yazsam, nasıl olumlu düşünsem, hangi pembe tabloyu çizsem bilemedim. Bu ülke insanını rahatsız etmesi gereken o kadar çok konu var ki... Ama en az yüzde 50"miz hiç bir şeyden rahatsız değil ve onlara göre her yer güllük gülistan...

Madde:7- Bu seneyi "iyi uyuma yılı" seçin: Gün ortasından sonra kafeinli içeceklerden uzak durun, alkol almayın, bedeniniz iflas etmeden yatağa girin.

Uyuma işini toplumca çok severiz. Hele çalışanların ve öğrencilerin özlemini en çok çektikleri konu uyku konusudur. Bıraksalar bütün bir kış uyumaya hazır insanlar var. Alkol ve kafeinden uzak durmak  da çok zor. Bir önceki madde ile bağlayacak olursak olumlu düşünme gücü alkol almadan mümkün değil. İki duble atan vatanı bile kurtarır.

Aslına bakarsanız bu reçetede yer alan maddeler toplam 33 konudan oluşuyordu. Ben ancak 7 tanesine dayanabildim ve yazmayı bıraktım.

Bizim hayatımızı renklendirmenin yolları  bunlardan çok daha başka...Zaten bu haber bir İngiliz gazetesinde çıkmış. Onların yaşamı çok renksiz olduğu için renklendirmek istemiş olabilirler.

Bizimki öyle mi? Gökkuşağı gibi ülkeyiz...Rengarenk...


İlhan İLMENÖZ