Wikipedia

Arama sonuçları

31 Ocak 2017 Salı

Sosyal medya teşhirciliğini seviyoruz


İnternet ve sosyal medya kullanımının olmadığı ve teknolojinin bu kadar gelişmediği zamanlarda bize ait olan ve biz istemediğimiz takdirde başkalarının öğrenmesi çok da mümkün olmayan yaşamlarımız vardı. İster özeliniz deyin, isterse gizledikleriniz, belki bir kaç dost ve sırdaşınız dışında yaşadıklarınızı başkaları bilmezdi.

Ancak teknolojik gelişmeler, internet, sosyal medya kullanımı ve bunları destekleyen her türlü araç ve programlar yaygınlaşmaya başladıkça özellerimiz ve gizliliklerimiz de birer birer ortadan kalkmaya başladı. İşin daha da ilginci bu sınırları biz kendimiz bilerek ve isteyerek kaldırdık.

Geçen gün izlediğim bir dizide "modern hayat, röntgenciliğin ve teşhirciliğin kutsal olmayan bir karışımına benzer. İnsanlar sürekli kendi içlerini ve dışlarını yayınlıyorlar" diyordu.

Aslına bakılırsa çok doğru bir tanımlama... Burada  belirtilen “modern hayat” kavramından benim anladığım, teknolojinin, internet ve her türlü sosyal medya kullanımının geldiği noktadır. Sorarım size hanginiz evde/işte cepte hiç internet kullanmıyorsunuz? Hanginizin herhangi bir sosyal medya hesabı yok? Teknolojiden yararlanmak elbette çok güzel de bir de abartmasak…

Artık teşhirci de biziz, röntgenci de… Her şeyimiz gözler önünde, her şeyimizi bilerek ve isteyerek sergiliyoruz. Gittiğimiz, gezdiğimiz yerlerden yediklerimize, yaptıklarımızdan kimlerle nerede birlikte olduğumuza, hatta içsel dünyamızda yaşadıklarımıza kadar adım adım her şeyimiz ortada. Neredeyse her an her şeyimizi yazılı veya görüntülü başkalarıyla paylaşıyoruz.

Arkadaşlarımızın-dost ve akrabaların ne yaptığını, nerede olduğunu artık anında öğrenebiliyoruz. Kim nerede ne yemiş, ne içmiş, kimlerle beraber nereye gitmiş, nerede eğlenmiş hepsini anında biliyoruz.

Bırakın yeme-içme gezme olaylarını, artık hastanede geçirdiğimiz en basit operasyondan tutun hangi camide namaz kıldığımıza, yakınlarımızı hangi mezarlıkta sonsuza uğurladığımıza kadar her anımızı, her şeyi birilerinin gözüne sokmaya bayılıyoruz.

Üstelik bütün bunları yaparken kimse bizi zorlamıyor. İstediğimiz için yapıyoruz. Belki de bundan garip bir zevk alıyoruz. Sadece kendimize ait olan şeyleri sergilemiyor, başkalarını da sürekli gözlemliyor, onların da neler yaptığını öğrenmeye çalışıyoruz.

İnsanın kendini çıplak gibi hissetmesine yol açan, adeta bir çeşit röntgencilik/teşhircilik olan bu eylemler bazen istenmeyen takip ve tacizlere de yol açabiliyor. Stalking/Stalklama ve stalker gibi kavramlar bu gizlice dikizlemelerin sosyal medyacası...

Hatta farklı isim ve cinsiyetlere bürünerek, tanımadıkları insanlara bu sosyal medya araçlarını kullanarak özel mesajlar atan, onları rahatsız eden ve bundan garip bir zevk duyan geniş bir kitle de var.

Bize ait olan "özelimiz" diye bir şey kalmadı… Bir zamanlar sadece kişiye özel olan günlük ve foto albümleri yerine, artık her anımızı paylaştığımız yazılı ve görsel araçlar yani sanal günlüklerimiz ve sanal albümlerimiz mevcut. Üstelik internet ortamında bir kez iz bıraktık mı bunları temizlemek de çok zor.

Eskiden tutulan günlüklerin, istenmeyen mektupların, bir daha görmek istemediğiniz fotoların yakılıp yırtılması/yok edilmesi kadar kolay değil her şey. Bir kere internet ortamında paylaştınız mı, artık geriye dönüş çoğunlukla mümkün değil.

Eski aşklar, arkadaşlıklar, dostluklar kavgalar, ayrılıklar, hüzünler ve tüm yaşananlar sadece bu kişilere ait ve onlar tarafından bilinirken şimdi ilgili-ilgisiz herkes her şeyi biliyor, öğreniyor.

Asıl sorun perdeleri çekmeden rahatça oturabilme özgürlüğü mü, yoksa açık perdelerden içeridekileri dikizleyenlerin terbiyesizliği mi?

Artık biri bizi gözetlemiyor, herkes herkesi gözetliyor. Acaba ilgi manyağı mı olduk? Yoksa çok mu yalnızız?


İlhan İLMENÖZ

30 Ocak 2017 Pazartesi

George Orwell ve 1984"ün anlattıkları


Dünyaca ünlü yazar George Orwell'in kaleme aldığı "1984" hem yazıldığı dönemde, hem de günümüzde devletlerin baskıcı ve totaliter karakterini son derece başarılı bir biçimde ortaya koyan bir başyapıt.

G.Orwell"in 1949 yılında yazdığı ve olayların 1984 yılında geçtiği kurgulanan bu ütopik eser; kimine göre bir öngörü, kimine göre bir kurgu, kimine göre de düzene karşı başkaldırı kitabıdır. Ütopyaların karamsar ve korkutucu bir kurguyla var olan ve adına "disütopya" denilen örneklerden biridir.

Roman, gelişen teknoloji ve iktidarların insanları kontrol altına almasını, özgürlüklerin kısıtlanmasını ve sorgulamanın yasak olduğu bir toplumu ele almaktadır. Her yerde izlendiğimizi de bizlere anlatmaktadır. Tele ekranlar, mikrofonlar, kameralar, uydular önemli bir yer teşkil etmektedir.

İktidar partisinin kendi çıkarları uğruna halkı uyuttuğu, onların isteklerini güttüğü; partinin çıkarlarıyla uyuşmayan düşüncelerin sessizce ortadan kaldırıldığı bir ülke düşünün.

Gerçeklerin, medyanın hatta tarihin partinin menfaatleri doğrultusunda yeniden yazıldığı; insanların evlerinde bile tele-ekranlar aracılığıyla izlendiği; düşünmenin, hissetmenin, sevişmenin yasak olduğu bir yer Okyanusya.

Dünyanın yalnızca 3 büyük devletten oluştuğu ve bu devletlerin de birbirleriyle sürekli savaş halinde olmasından kaynaklanan denge politikalarının anlatıldığı ve herkesin birbirinin düşmanı gösterildiği bir dünya kurgusu vurgulanmaktadır.

İnsanlar her an; evlerinde, sokakta, işte her yerde gözetim altındadırlar. "Big Brother" her yerdedir ve herkesi izler. Sadece verilmek istenen haberlerin yayınlandığı, sürekli bir kısır döngünün içine hapsedilmiş insanlardan oluşan bir devletin ve bunun farkına varmış bir karakterin öyküsüdür 1984.

"İktidar araç değil amaçtır" diyerek tüm totaliter rejimleri eleştiren yazar; romanda bu rejimlerde sistemin dar boğaza girmesini engellemenin tek yolu olarak savaşın sürekli hale getirildiğini vurgular. Böylece, bireylerin gereksinimleri baskı altında tutulur üretim de savaş gereksinimlerine kaydırılır. Aynı zamanda kitapta geçen "düşünce polisi" gibi kavramları da George Orwell günümüze kazandırmıştır.

Başlıca Karakterler

Winston Smith: Okyanusya'nın propaganda fabrikası Doğruluk Bakanlığında çalışan ortalama bir zekaya sahip, küçük bir memur.
Julia: Doğruluk Bakanlığının Kurgu Dairesinde çalışan güzel, is­yankar bir genç mekanik.
O'Brien: Parti yüksek kademesindeki küçük çevreye mensup çir­kin, yüksek ölçüde zeki bir üye.
Mr. Charrington: Londra'da, mazinin zevkli ve cazibeli kalıntı­larıyla dolu bir eskici dükkanının yaşlı sahibi.
Büyük Birader: Okyanusya'nın, her şeyi gören, her şeye gücü yeten ve manyetik gözleri ile her ilan ve reklam tahtasından ba­kan hükümdarı.
Emmanuel Goldstein: Okyanusya'nın baş düşmanı, yarı mistik bir adam.

Sonuç olarak G.Orwell 1984'te , diktatör liderlerin toplumdaki her bireyin hareketlerini, duygularını ve hatta düşüncelerini kontrol etme eğilimlerini irdeler. Bir ülkenin hem siyasi, hem askeri gücünü tekelinde bulunduranların, bu rejimi sürdürmek ve korumak adına, kaçınılmaz olarak tek-tip bir yaşam düzeni kurması romanın ana teması iken, bu düzeni kurmak için meşrulaştırılan cinayetler planlanması ve uygulanması sürekli bir tutuklanma korkusuyla vatandaşların baskı ve denetim altında tutulması eleştirilerin odağında yer alır.

İnsanları kontrol için değişik yöntemlere başvuran partinin kullandığı üç cümle ile Orwell, aslında totaliter rejimlerin amaçlarını özetler. Birbirleriyle çelişen bu üç söz, partinin bir bakanlık binasında büyük harflerle ve kocaman puntolarla yazılı durmaktadır:

“SAVAŞ BARIŞTIR"
"ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR"
"BİLGİSİZLİK KUVVETTİR”

Eğer özgürlüğünüze fazla düşkün biriyseniz bu kitabı okuduktan sonra ruhunuzu bir izlenmişlik hissi kaplayabilir, hatta bu düşünceyi bir süre atmanız zor olabilir.

George Orwell’in “1984” romanı mutlaka okunması, hatta tekrar tekrar karıştırılması, özellikle şu günlerde her satırının altı çizilmesi gereken bir roman. 1984 tarih olarak artık geçmişte kaldı belki ama Orwell’in anlattığı dünya pek o kadar da uzak değil. Ne dersiniz?

Bu kitabı henüz okumadıysanız vakit geçirmeden başlayın. Bitirdikten sonra şöyle diyeceğinizi şimdiden duyar gibiyim.

“Ben bu hikayeyi bir yerden biliyorum.”


İlhan İLMENÖZ

29 Ocak 2017 Pazar

Namık Kemal fıkraları üzerine


Pazar yazıları deyince, benim aklıma siyasetten ekonomiden, daha doğrusu ciddiyetten uzak, hoşça vakit geçirtebilecek sabun köpüğü tarzı dediğimiz yazılar gelir. O yüzden pazarları ya hiç yazmam ya da saçma sapan konularda yazmayı severim.

Gelin bugün size Namık Kemal fıkralarının nasıl ortaya çıktığını anlatayım. Belki birçoğunuz "Vatan Şairi" olarak bilinen Namık Kemal adının geçtiği belden aşağı +18 fıkralara anlam veremez. Bu fıkralara neden Namık Kemal adının bulaştığını bilenler mutlaka vardır da bilmeyenler için bir kez daha anlatalım.

Öyle ya hayatı sürgünlerde geçmiş, vatan ve hürriyet uğruna verdiği mücadeleler sonucu zindanlarda yatmış ve genç yaşta hayatını kaybetmiş bu değerli yazarın adı nasıl oluyor da kırmızı noktalı fıkralarda geçiyor.

Şimdi bazıları "ateş olmayan yerden duman çıkmaz, yapmıştır mutlaka bir şeyler , o yüzden anlatılmıştır onca fıkra" diye düşünebilir. Ama öyle değil.

Osmanlılar zamanında da elbet komik +18 fıkralar anlatılırmış. Bu fıkralar anlatılırken bir isim kullanmak yerine fıkralar "adamın biri" diye başlar, öyle anlatılırmış. O yıllarda günümüz Türkçesinden farklı olarak Osmanlıca"da aynı anlama gelen "nam-ı kemal" tamlaması kullanılırmış. Gel zaman git zaman bu tamlama gerçek anlamından uzaklaşarak, anlatanların ve dinleyenlerin belleğine Namık Kemal olarak yerleşmiş.

Anlayacağınız, bizim yıllarca Namık Kemal adlı ünlü yazarımıza ait olarak bildiğimiz ya da bir şekilde adının kullanıldığını sandığımız fıkralar, aslında "adamın biri" fıkralarından başka bir şey değildir.

Olur da bundan sonra biri size bir Namık Kemal fıkrası anlatır ya da bir yerlerde okursanız bunları aklınızdan çıkarmayın.


İyi pazarlar...

İlhan İLMENÖZ

28 Ocak 2017 Cumartesi

18 yaşında milletvekili olmanın dayanılmaz komedisi


Yeni anayasa paketi referandum sonucu kabul edilirse şahsen benim uygulamasını en çok merak ettiğim madde “18 yaşında milletvekili seçilebilme” maddesi.

Bu konuda kim ne düşünür, karşı çıkar mı, çıkmaz mı bilemem ama 18 yaşında milletvekili olmanın bazı avantaj ve dezavantajları da beraberinde getireceği kesin.

Şimdi gelin hep beraber bunları bir gözden geçirelim.

18 yaşında milletvekili oldunuz ve daha lise sondasınız. Öğretmenleriniz ve arkadaşlarınız arasındaki karizmayı düşünebiliyor musunuz? Hele okulda sizden başka vekil yoksa yaşadınız. Ama sayınız çoksa belki o zaman okul idaresi özel milletvekili sınıfı bile yapabilir.

Diyelim bahçede ya da tuvalette sigara içerken nöbetçi öğretmen sizi yakaladı.

-"Evladım ne yapıyorsun? Okulda sigara içmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?"
-"Hocam arkadaşımız milletvekili, onun dokunulmazlığı var..."

Ya da sözlüye kalktınız baktınız hoca sizi sıkıştırıyor,

-"Hocam şimdi sizi bu karda kışta doğuya sürdürmek istemiyorum, gelin güzellikle verin şu 100"ü de bitirelim bu seneyi..."

Bu arada bazı öğretmenleriniz velinizle görüşmek isteyebilir, hatta küçük talepleri de olabilir.

-"Filanca bey, sizden bir ricam olacaktı, oğlunuza pardon sayın vekilimize söyleseniz de bizim kızın bir iş başvurusu vardı, ona yardımcı olsa diyecektim. Performans ödevini de ne zaman, nasıl isterse öyle yapsın hiç sorun değil yani..."

Geldiniz 19-20 yaşlarına artık üniversitelisiniz, milletvekilliğiniz de devam ediyor. Diyelim bir hafta sonu arkadaşlarınızla 3-5 bira içtiniz ve eve dönüyorsunuz. Yolda trafik polisine yakalandınız.

-"Gençler ehliyet ruhsat?"
-"Memur bey sen hiç Hakkari"ye gittin mi? Sen benim nerenin milletvekili olduğumu biliyor musun?"
-"Dalga geçmeyin lan, dut gibi olmuşsunuz zaten..."
-"Alın bunun sicil numarasını..."

Vizelere-finallere çalışmak mı istemediniz, “meclisteyim çalışıyorum” deyip girmezsiniz sınavlara…Ayrıca okulu bitiren yakın arkadaşlarınıza iş bulma garantisi de verip, onları danışman, özel sekreteriniz filan da  yapabilirsiniz.

Hele iktidar milletvekili ya da bakan oldunuz mu havanızdan geçilmez. Baktınız rektör – dekan - bölüm başkanı hoşunuza gitmedi bir telefona bakar.

En büyük gurur da kız isteme sırasında yaşanır.

-“Oğlumuz ne iş yapıyor?”
-“Oğlumuz şimdilik İzmir 2.Bölge milletvekili, yakında bakan ya da grup başkan vekili olma durumu var. Hayırlısı artık…

Ama bir de madalyonun öbür yüzü var. Dışarıda, okulda havanız binbeşyüz iken, evde karizmanız yerlerde sürünebilir. Vekil de olsanız anne/baba her zaman anne/babalığını yapar.

-Oğlum/kızım ben sana odanı topla demiyor muyum? Ortalık leş gibi, çorabının biri yerde, öteki yatağının üstünde, pislik içinde yaşıyorsun, ortalık bit pazarı gibi... Bıktım artık senin odanı toplamaktan"

-"Anne yaa koskoca milletvekili oldum hala bana "odanı topla diyorsun"…
-Başlarım şimdi senin vekilliğine de sana da ...
-Ya anne yaa, öff ya...
-Çemkirme anneye... git topla odanı, çabuk… yoksa terlik geliyor haa...

Bilirsiniz babalar genellikle tembel olur ve aile içinde ona buna emir vermeyi sever.

-Evladım hadi git aşağıdaki marketten kap 2 bira, biraz da çerez al. Gitmeden annene de sor bakalım ekmek-yoğurt filan lazım mı?

-“Baba yaa ben artık milletvekilli oldum ne bakkala gitmesi?”

-“Oğlum sen milletvekili olabilirsin ama ben de bu evin reisicumhuruyum, annen de iç işleri bakanı…Bu evde yaşadığın sürece evin kurallarına uyacaksın. Beğenmeyen çeker gider…”

Benim aklıma gelenler şimdilik bu kadar… Kim bilir bu konuda sizin aklınıza neler gelmiştir neler…

İşte böyle… 18 yaşında milletvekili olmak isteyenler karar vermeden önce iyice düşünüp taşınsın.

İlhan İLMENÖZ

27 Ocak 2017 Cuma

Referanduma giderken evet-hayır savaşları ve kutuplaşma


Anayasa değişiklik paketi için çok büyük bir değişiklik filan olmazsa Nisan”da referandum olacak gibi. O zamana kadar her yerde, her ortamda evetçilerle hayırcılar kapışacak görünüyor.

En ünlüsünden sokaktaki sıradan vatandaşa kadar herkes bir şekilde rengini belli ediyor. Rıdvan ve Arda gibi bir grup ünlü çektikleri videolarla neden evet diyeceğini açıklayıp kampanyalar düzenlerken, kimileri de sosyal medyadaki profil hesaplarını hayır sloganları ile donatıyor.

Bence buraya kadar sorun yok, isteyen istediği şekilde rengini belli edebilir. Ancak burada iki nokta önemli. Birincisi gerçekten her iki taraf da eşit olmalı. Yani evet diyen ne kadar rahatsa ve arkasında iktidar desteğinin olacağını hissediyorsa, hayır diyenler de iktidara rağmen kendilerini o kadar rahat ve özgür hissedebilmeli. İşin insan hakları, demokrasi ve hukuk açısından kuralı budur.

Diğer bir konu ise, topluma mal olmuş ünlülerin oylarının rengini belli ettikten sonra gelen tepkiler üzerine duydukları rahatsızlık ve yaptıkları açıklamalar. Örnek son olarak Rıdvan ve Arda gelen yoğun tepkiler üzerine sosyal medya hesaplarından uzun uzun “demokrasi- hak-hukuk-vatan millet Sakarya” edebiyatları yapmaya başladılar.

İyi de kardeşim sizlerin her kesimden sevenleriniz var. Neden sadece bir kesimi mutlu etmek adına diğerlerini karşınıza alırsınız? Tepki alacağınız belli değil mi? Bunlara hazırlıklı olmanız lazım, ya da hiç ağzınızı açmadan oturacaksınız.

Hadi ünlüleri geçtim, onlar bir şekilde kendini kurtarır. Zaten yedi sülalelerine yetecek kadar paraları var. Bakmayın siz “biz Bayrampaşa çocuğuyuz“ ağızlarına…En kötü atarlar kendilerine yurt dışına, olan buradaki garibanlara olur.

Zaten asıl tehlike de sıradan vatandaşların aralarında olan kutuplaşma ve atışmalar. Özellikle kırsal kesimde ve herkesin birbirini tanıdığı küçük yerleşim birimlerinde tehlikenin boyutu inanılmayacak kadar büyük.

Yakında hep birlikte duyar, okuruz, kim kime saldırmış, evet hayır yüzünden kardeş kardeşiyle, komşu komşusuyla küsmüş konuşmamış. Vallahi bu evet hayır işi ortakları birbirine düşman eder.

Ya sosyal medya ortamlarına ne demeli? Orası ayrı bir cadı kazanı. Orası sokaklardan beter. Birbirine inat yapılan profil değiştirmeler, özlü söz paylaşma savaşları, suçlamalar, saldırılar, alay etmeler, hakaretler, tacizler…

Herkes klavye kahramanı. Hele bir de kraldan çok kralcılar var ki sanırsın cumhurbaşkanı kendi olacak.

Zaten her geçen gün toplumda kutuplaşma hızla artarken bu referandum da işin tuzu biberi olacak.

Daha yolun başındayız, Mart”tan sonra ortalık iyice kızışacak gibi.

İlhan İLMENÖZ

25 Ocak 2017 Çarşamba

Zeka ve geri zekalı olma hali


Aslında bu yazıyı paylaşıp paylaşmama konusunda epeyce kararsızlık yaşadım. Nedeni de, birileri  üstüne alınabilir ve "acaba beni mi kast ediyor" diye düşünebilirdi. Çünkü artık öyle bir hale geldik ki  bazıları sizin ne anlatmak istediğinize bakmak yerine, neyi nasıl anlamak istiyorsa öyle anlıyor. Yine de baştan belirteyim bu yazı kimseye yönelik değildir, sakın alınmayınız ve alıcınızın ayarlarıyla oynamayınız.

Konumuz zeka ve geri zekalılık. Türkiye zeka vakfı, zekayı şöyle tanımlıyor; "kavramlar ve algılar yardımıyla soyut ya da somut nesneler arasındaki ilişkiyi kavrayabilme, soyut düşünme, muhakeme etme ve bu zihinsel işlevleri uyumlu şekilde bir amaca yönelik olarak kullanabilme yetenekleri "zeka" olarak adlandırılmaktadır.

İşin bir de IQ bölümü var tabii... Baktım bu nasıl bir şeymiş diye, insanlarda ortalama zeka bölümü 100 olarak kabul ediliyormuş. Kabaca bir sınıflama  yapılırsa, 130’un üstündeki IQ değerleri üstün zeka, 70’in altındaki IQ değerleri ise geri zeka olarak nitelendiriliyor. En çok görülen IQ derecesi ortalamaya karşılık gelen 100’müş. İnsanların %68.3’ü 85 ve 115 arasında ortalamaya yakın bir IQ derecesine sahipmiş.

Geri zekalıları  üç grupta toplamışlar;

1. Sürekli bakıma muhtaç geri zekalılar (İdiotlar): Bunların zeka bölümleri 20’nin altındadır.
2. Eğitilebilir geri zekalılar (Embesiller): Zeka bölümleri 20 – 40 arasındadır.
3. Öğretilebilir geri zekalılar (Moronlar): Zeka bölümleri 40 – 60 arasındadır.

Ancak bütün bu bilimsel verilerin dışında, kişisel gözlemlerime ve yaşadıklarıma göre, yapılan esprileri ve mizahi bir durumu bile anlayamayan, anlamaktan da öte gerçek sanıp ciddiye alan  ve  azımsanmayacak sayıda geri zekalı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. İşin daha da vahimi bu geri zekalılar kendini normal, pardon zeki, uyanık ve açıkgöz zannediyor. Yani aslında bunlar idiot-embesil ve moron sınıflaması dışında kalan tipler.

Sözüm meclisten dışarı bir de bunların okuduklarını anlama özürlü olanları var. İşte en tehlikeli geri zekalı tipi. Hem okur, hem anlamaz ama senden daha çok anladığını iddia eder. Çünkü bunlar okuduklarının çoğunu  g*tünden anlar. O  embesil-moron ortası IQ"ları ve kuştan ödünç aldıkları beyinleriyle bir de size laf sokmaya çalışırlar.

Hepimizin çevresinde  bu tip geri zekalıların bulunduğuna da eminim. Üstelik bunların bazılarında geri zekalılığın dip sınırı da yok. Hiç olmaz dediğiniz bir anda ve durumda karşınıza çıkar, sizi olmadık bir biçimde şaşırtabilirler.

Eğer şimdiye kadar size bu tip geri zekalılar denk gelmediyse dua edin bundan sonra da karşınıza çıkmasın. Çünkü kendini  herkesten uyanık zanneden bu tip geri zekalılar ile uğraşmak inanın çok zor.

Gerçek yaşamda sizin yanınıza yaklaşıp iki kelime edemeyecek bu kişiler, sanal ortamın verdiği koruma zırhı arkasına bir böcek gibi saklanarak size saldırırlar. Sakın kendilerine bulaşmayın, cevap bile vermeyin. En iyisi bırakın kendi hallerine, o gizlendikleri küçük dünyalarında kendilerini çok önemli zannetsinler.

Son olarak bu yazının kimseye hedeflemediğini ve öylesine yazılmış bir yazı olduğunu bir kez daha önemle belirtir ve altını çizerim.

Çizdim...

İlhan İLMENÖZ

24 Ocak 2017 Salı

Radikal Blog sonrası blog yazarlığı, Milliyet Blog ve Papiroom


Yazmak, başka bir deyimle görüş ve düşüncelerini, fikirlerini yazıya dökmek ve bunları birileriyle paylaşmak adeta bir tutku... Bir zamanlar revaçta olan günlük tutmanın yerini son 10-15 yıldır blog yazarlığı aldı. Kişisel blogların yanı sıra, farklı yazarları ve düşünceleri bir araya getiren platformlar ve sosyal ağlar da blog yazmak isteyenler için bulunmaz bir nimet.

Ayrıca son yıllarda hızla gelişen internet medyacılığı da amatör ve profesyonelce yazanlar için yazma ortamı sağlıyor. Benim burada anlatmak istediklerim ise sadece amatörce yazan, bu işe gönül vermiş olan blog yazarları.

Blogger kelimesini kullanmayı sevmiyorum. Blogger yerine blog yazarı demek daha doğru bence. Aslına bakarsanız burada yazar sözcüğü de çok iddialı. En iyisi blogcu ya da nasıl kabul ediyorsanız öyle olsun.

Gelelim asıl mevzuya; Radikal Blog kapanalı neredeyse 1 yıl olacak... Burada sürekli ve düzenli yazan biri olarak hala o günleri özlemle anıyorum. Biliyorum ki Radikal Blog"da yazan birçok arkadaş da benim gibi düşünüyor. Radikal Blog sayesinde tanıdığım çok değerli dostlarla çeşitli sosyal medya ortamlarında görüşebilsek de artık birçoğunu her gün düzenli olarak okuma olanağını bulmak pek mümkün değil.

Her şeyden önce Radikal Blog hiç birimizin beklemediği bir şekilde ve aniden kapanınca kendimizi ortada kalmış, sokağa atılmış çocuklar gibi hissettik. Bu ani kapanışa inanamadık, inanmak istemedik, birbirimizi aradık sorduk doğru mu diye... Son bir veda yazısı bile yazamamıştık. Gerçek olan bir şey varsa Radikal Blog kapanmıştı ve burada yazma özgürlüğümüz elimizden alınmıştı.

Artık her sabah merakla "bakalım bugün kim ne yazmış?" diye siteye giremeyecek, yazdığımız yazının ne kadar okunduğunu, Radikal ana sayfada yer alıp almadığını izleyemeyecektik. "Acaba bu aralar ne yazsam" diye düşünemeyecek, hatta yazılarımızla birbirimize tatlı tatlı sataşamayacaktık.
Acı gerçek ile yüzleşince bu sefer de ne yapalım telaşına düştük. Kimisi "dağılmayalım hep birlikte bir yerlerde yazalım" derken, kimi de herkesin başının çaresine bakması gerektiğini söylüyordu. Sonuçta çil yavrusu gibi dağıldık. Farklı platformlarda yazan da var, kendi kişisel blogunu oluşturan da, yazmaya benim gibi ara veren de var.

Tabii ki Radikal Blog"un kapanması dünyanın sonu değil ve yaşam devam ediyor ama orası gerçekten çok farklı bir ortamdı. Bu işe yeni başlayan genç blog yazarları için gerçekten bir okuldu. Yazmak isteyenler için çok büyük bir şanstı. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz onu bilemem ama "Radikal" adı gerçekten farklı bir saygınlıktı.

Yine kendine özgü ve saygın başka bir platform olan Milliyet Blog ise bu konuda en uzun soluklu blog platformlarından biri. Orada da çok değerli blog yazarları var. Ancak nedendir bilmem oraya bir türlü ısınamadım. Kendimi hep dışarıda hissettim, içeriye giremedim ya da almadılar. Milliyet Blog”da çok eskiden beri yazan bir grup var ki onlar kendi aralarında bir aile olmuşlar, geçinip gidiyorlar. Sakın yanlış anlaşılmasın ama nedense Milliyet Blog bana hep emekli memurlar lokallerini anımsatıyor.

Bir de Milliyet Blog”un farklı işleyen bir sistemi var. Radikal Blog”da bir yazı 24 saat sonra ana sayfadan kalkarken, Milliyet Blog”da haftalar/aylar hatta yıllarca en çok okunanlar bölümünde yer alabiliyor. Örneğin çok kişinin okuduğu bir “sarımsak limon mucizesi” varki neredeyse herkes ezberledi. Sonuçta her zaman olmasa da ara sıra burada da yazmaya çalışıyorum.

Gelelim Papiroom”a… Bir çoğunun belki adını bile duymadığı farklı bir sosyal ağ. İzmir kökenli, iyi niyetli ve çalışkan bir grup gencin çabasıyla oluşan bu platform sadece blog yazmak için değil twitter-facebook gibi de kullanacağınız bir sosyal iletişim ağı. Editörlük sisteminin olmaması hem bir avantaj, hem de dezavantaj. Yani yazılarınızı istediğiniz zaman kendiniz yayınlayabiliyor, editör ne zaman yayınlayacak diye beklemiyorsunuz.

Aslına bakarsanız ilk başlarda ben Papiroom”dan çok umutluydum. Hatta Radikal Blog kapanınca birçok arkadaşı buraya gelmeleri konusunda ikna ettim.

Eğer doğru adımlar atılabilmiş olsaydı Papiroom, Radikal Blog sonrası doğan boşluğu doldurabilecek kapasitede bir yer olabilirdi. Orada yazan gerçekten çok kaliteli yazar arkadaşlar ve yeni gelen 20-30 sağlam blog yazarı ile bu konuda kendine hatırı sayılı bir yer edinebilirdi. Ama maalesef kötü iyiyi kaçırttı. Özgün ve kaliteli yazılar yazan bir avuç yazar dışında genellikle gazetelerden ve çeşitli internet sitelerinden kopyala-yapıştır yapanlar, birer cümle ile tanıdıklarına hal hatır soranlar, selam gönderenler ve yorumlarda ona buna saldıranlar Papiroom”un geleceğini belirledi ve belirlemekte…

Aslında bu konuda söyleyecek, yazacak çok şey var ama yayın hayatına devam eden Papiroom ailesine başarılar dilemek en doğrusu… Umarım bir gün özgün yazı yazanlar için daha iyi bir ortam yaratabilirler.

Ayrıca blog yazmak isteyenler için kişisel blog siteleri dışında bir çok internet medyası da mevcut. Bunların bir bölümü çeşitli konularda derinliğe haber yaparken, her konuya değinen internet medya sitelerinin bir kısmı da sadece yerel konulara ve yazarlara yer veriyor.

Yeter ki siz yazmak isteyin. Her ne kadar yazmanın sırat köprüsünden geçmekten daha zor olduğu günümüz Türkiye”sinde yazacak bir yer bulsanız da Radikal Blog yazarlarının gönlünde Radikal”in yeri her zaman başka olacaktır.


İlhan İLMENÖZ

23 Ocak 2017 Pazartesi

Farklı olanı hoşgörebilme


Muhalefet etmeyi , akıl vermeyi ve kötülemeyi çok sevdiğimiz ve bu işleri iyi yaptığımız kesin. Hani klasik sözdür, "çözümün bir parçası değilsen, sorunun bir parçası olursun"...

Bizim gibi düşünmeyenleri/yazmayanları eleştirmek ve onlara karşı çıkmak çok kolaydır. Ama iş "farklı fikir üret, bir şeyler yap, sen de düşüncelerini yaz" denildiği zaman bir çoğumuz yan çizeriz. Çünkü emek verip üretmek yerine ortaya konmuş tezlere, düşüncelere saldırmak çok daha fazla prim yapar.

Eğer bir kişi sözlerine/yazdıklarına "bence", "bana göre" vb. klişelerle başlıyorsa zaten olay baştan bitmiştir. Adam açık açık "bunlar bana göre doğru fikirler, benim inandığım değerler" diyor. Artık o kişiyi ikna etmek için, ya da düşüncelerinin yanlışlığını kanıtlamak için çaba sarf etmek çok gereksiz bir eylem biçimidir. Eğer bu kişinin düşünceleri/yazdıkları sana ters geliyorsa oturur, sen de kendi düşüncelerini yazar, inandıklarını savunursun. Ya da o kişinin yazdıklarını hiç okumazsın olur biter. İşte bu kadar basit...

Bizim toplumda din-siyaset-futbol gibi konular başta olmak üzere herkesin kendine göre doğruları vardır. Özellikle bu konularda yazı yazanlar kendilerine göre doğru olan şeyleri savunup, bunları yazıya dökerler. Bizden farklı düşünüyor, farklı yazıyor diye, dünyaya bizim gibi bakmıyor diye karşımızdakini linç etmeye çalışmak bana çok ters geliyor. Benden size tavsiye; bu üç konuda özellikle tanımadığınız kişilerle gereksiz tartışmalara girmeyin.

Bırakalım isteyen istediğini savunsun, istediğini yazsın. Farklı düşüncelerden, yaşama farklı bakışlardan korkmayalım. Azınlıkta bile olsa onları ezmek yok etmek yerine kendilerini savunmalarına olanak verelim. Bırakalım nefes alsınlar, yaşasınlar. Farklılık zenginliktir.

"Senin fikirlerine katılmıyorum, ama o fikirleri özgürce ifade etmen için gerekirse canımı bile veririm" diyen Voltaire kadar olmasa bile farklı olanlara/yazanlara birazcık saygı duymak çok mu zor?

Biraz daha açık konuşmak gerekirse sizden farklı olan, farklı düşünen, sosyaliste/komüniste, solcuya, ateiste, LGBT"liye, dindara, muhafazakara, aşırı sağcıya, Ermeni"ye, Kürt"e, Türk"e, Arap"a, örtünene, örtünmeyene, namaz kılana, kılmayana, oruç tutana, tutmayana ne kadar hoşgörü ile bakabiliyoruz? Onların kendilerini ifade etmelerine ne kadar tahammül edebiliyoruz?

Ülke geneline bakacak olursak, kim kimi tahakkümü altına almaya çalışıyor, kim diğerinin yaşam alanlarını daraltıyor, sanırım bu çok net ve açık...

İş konuşmaya geldi mi herkes hoşgörülü, herkes diğerine saygılı. Ancak iş eyleme geldi mi bir çoğu sınıfta kalıyor.

İlhan İLMENÖZ

17 Ocak 2017 Salı

Vatan haini Nazım Hikmet"ten günümüz vatanseverlerine


Ne diyordu  Nazım Hikmet "Vatan Haini " adlı şiirinde, önce onu bir anımsayalım;

Vatan Haini

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran
puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamsonun
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Acaba "Nazım Usta" bu günleri görse nasıl haykırırdı?
"Siz vatanseverseniz ben  hâlâ vatan hainim" diyeceğine  eminim.
Bugünlerde kime baksanız, diğerini vatan haini ilan ediyor.Kime sorsanız en vatansever kendisi,bu vatanın gerçek sahibi,diğerleri vatan haini.
Nazım"ın dediği Amerikan emperyalizminden kurtulduk mu? Yoksa Amerikan sömürgesi olmaya devam mı?
Hâlâ vatan birilerinin çiftlikleri mi?
Hâlâ birilerinin kasası mı vatan?
Yoksa sıfırlandı mı her şey?
Temizlendik mi tüm pisliklerden?
Vatanı en çok soyanlar, aslında ona en çok sahip çıkarım diyenler mi?
Açlık ve sıtmadan kimse ölmese de, ölümler hâlâ ocaklara ateş düşürüyor.

Soygun,talan,yağma,sömürü düzeni  artarak devam ediyor.Kokmuş karanlıklar tüm yurdu bir ağ gibi hızla  sarıyor.

Bu kadar çok vatanseverin(!) olduğu bir ülkede, vatan ve vatanseverlik adına söylenen ve yapılanlar bir ironi midir?

Geçmişte Nazım"a vatan haini diyenler bugünleri görseler ne derlerdi acaba?


İlhan İLMENÖZ